Gurudwara

Yaşam Irmağı

İnsanlar korkuyorlar.

Kendileri için, sevdikleri için.

Zihinlerinde sıraladıkları ve henüz sırası gelmediği için yaşayamadıkları şeyleri yaşayamamaktan korkuyorlar.

Bunu nereden mi biliyoruz?

Yolculuğumuzun bize kattıkları ve insan davranışlarını etkileyen psikolojik ve sosyolojik veriler ve tabii eldeki son bilimsel araştırmalardan.

Türkiye’de Koronavirus vakasının ilk kez tespit edilmesini takiben vatandaşların bu konuya ilişkin farkındalık düzeylerini, endişelerini, değişen davranışlarını ortaya koymak ve hükümetin bu konudaki politika ve uygulamalarının kamuoyundaki yansımalarını düzenli olarak takip etmek üzere, Ipsos’un düzenli olarak gerçekleştirdiği Koronavirus Salgını ve Toplum Genel Kamuoyu Araştırması’nın 3. dönem özet sonuçları açıklandı. Buna göre kamuoyunun endişe düzeyi ilk döneme göre 15 puan artış ile %94’e çıktı.

Ipsos’un yaptığı bu son araştırmaya göre, her 100 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından 94’ü koronadan endişe duyuyor. Korona’nın resmi olarak açıklandığı 10 Mart haftasında bu rakam yüzde 79’du… Yani 15 gün içinde 15 puan daha arttı.

13-16 Mart arasında yapılan araştırmada korona salgını ne zaman bitecek sorusuna halkın yüzde 45’i “Birkaç ay içinde biter” diyorken, 26-30 Mart arasında böyle diyenler yüzde 36’ya inmiş.

Buna karşılık “Altı aydan daha fazla sürer” diyenlerin oranı yüzde 24’ten yüzde 32’ye çıkmış.

Bir başka soruda insanların ekonomi konusundaki endişeleri sorulmuş.

“Koronavirus ekonomi için tehlike oluşturuyor mu?”

Ekonomik korku sorusunun cevapları:

“Çok ciddi tehlike oluşturuyor” diyenlerin oranı 15 günde yüzde 44’ten yüzde 69’a çıkmış.

Yani 15 günde 25 puan artış var.

“Kısmen tehlike oluşturuyor” diyenler ise yüzde 30’dan 22’ye inmiş.

Görünen o ki halkın yüzde 91’i ekonomi açısından da endişeli…

IPSOS tarafından yapılan araştırma sonuçları gösteriyor ki vatandaşlarımız her bakımdan büyük bir korona endişesi yaşıyor…

Lao Tzu “Mutsuzsan geçmişte yaşıyorsun demektir. Kaygılıysan gelecekte yaşıyorsun demektir. Huzurluysan şu anda yaşıyorsun demektir.” demişti.

Gördük ki ortada büyük bir endişe var ve doğal olarak nedeni gelecekte yaşayan büyük çoğunluk…

Şimdi dualiteye göre bu sonuçların bir de iyi tarafı olmalı öyle değil mi?

Bu fırtınadan bir an önce çıkabilmemiz, ülkemizi; beden, zihin ve ruh sağlığı açısından insanı ve yükselen ekonomisi ile güvenli sahillere ulaştırmamız, alınan önlemlerin, sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasına sıkı sıkıya bağlı. Ve elimizdeki verilerden bu önlemlere uymamız için sağlam bir psiko/sosyal temel oluşmuş görünüyor…

Gelgelelim işin aslı pek de öyle değil gibi.

Bu kadar korkuya rağmen sokaklar insan dolu. Bu size de enteresan gelmiyor mu?

Ya sağlam görünen bu sosyal ve psikolojik temel yeterli değil, ya da vatandaşlarımız kendilerine bir şey olmayacağına inanıp sadece diğerleri için endişeleniyorlar.

Bu mümkün olabilir mi?

Yıllarca gündelik zihnimiz hep ön planda oldu…

Aynı ağaçtaki bir maymunun nedensiz bir şekilde daldan dala sıçraması, atlaması gibi. Çağrışım yapan zihin gün içinde sıralı sırasız, düşünceden düşünceye, rastgele, yüzlerce hatıradan hatıraya ya da farklı dönemlerde düşündüğü, kurguladığı hayallere gidip geliyor.

Yapılan, arının çiçekten çiçeğe dolaşıp bal toplamasına benziyor görünse de, aslında bu benzerlik sadece görünüşte bir benzerlik. Çünkü ortada bal yok. Zihinsel yorgunluk, eski korkuların depreşmesi, geleceğe dair endişelerin artması dışında olan bir şey yok. Olma şansıda yok. Bu nedenle ortada bir belirsizlik var.

Yol bize hep hatırlatır.

“Sen başına gelenler değil, başına gelenlere verdiğin tepkilersin.”

Ve şimdi dikkatimizi yukarıdaki araştırma ve süreç içindeki kendi gözlemlerimiz ve Gurudwara Ashram’daki çok sayıdaki Tıp Doktoru öğretmen ve öğrencilerimizle yaptığımız değerlendirmelerimiz ışığında halkımızın verdiği tepkiye çevirirsek vardığımız sonuç; Osho’nun “Bilinçsiz bir kişinin elinde iyi bir niyet bile zehre dönüşür.’’ deyişinin bir başka görünümü gibi.

Korona günlerinin öncesinde yeni ve yoğun bir eğitmenlik eğitiminden çıkmış ve sürecin hemen başında hafta sonunu geçirmek üzere Sapanca’ya evimize, Guru Shala’ya gelmiştik. Yağan yağmuru seyretmek için Guru Shala’nın bahçesine çıktığımda, yağmur sularının çitin kenarından akarken sergilediği görüntüler, kenarda birikmiş sularda yeni yeni çoğalmaya başlayan sivri sinekler, aklıma Jiddu Krishnamurti okumalarımda karşıma çıkan bir örneği getirdi…

Bu yaşanan günlerdeki genel zihin durumumuzu açıklamak için de çok iyi bir örnek.

Krishnamurti Usta ırmak örneğine bir soruyla başlar.

“Irmak kıyısında yürürken ırmağın kenarındaki göllenmiş su birikintisi gözünüze takıldı mı?’”

Sonra hep yaptığı gibi cevabı kendi verir.

“Herhalde balıkçılar kazmış olmalı bu çukuru.”

Devam eder ırmak kıyısı tasvirine;

“Ama ırmakla olan bağlantısı kapanmış. Irmak durmadan aynı kararda derinlemesine ve genişlemesine akıyor. Irmağın kıyısında göllenmiş su birikintisiyse ırmağın yaşamıyla ilintisi kesilmiş olduğundan, üzeri pislikten bir kabukla örtülmüş olarak öyle durgun ve ölü durup duruyor. İçinde balık da yok.”

Ve farkındalık dolu tespitini yapar.

“Buna karşın ırmak yaşam ve canlılık dolu, hızla akıp gidiyor.”

Sonrasında güçlü bir analiz yaparak devam eder Krishnamurti Usta;

“İnsanlar da tıpkı böyledir. Hızla akan yaşamın yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar. İşte o havuzda kokuşur ve ölüp giderler. Şöyle söyleyeyim; bizim istediğimiz bazı şeylerin hep aynı kalması, bazı isteklerimizin hiç değişmemesi, zevkli olan, haz veren şeylerin hep sürüp gitmesi, özetle sevdiğimiz beğendiğimiz şeylerin hiç değişmeden öyle kalmasını istiyoruz. Küçük bir çukur kazıyoruz, yaşam selinden korunmak için çevresinde barikatlar kuruyoruz. O çukurun içinde kendimizi, ailemizle, tutkularımızla ve tanrılara çeşitli tapınma yöntemlerimizle kapatıyoruz ve o çukurda ölüp gidiyoruz. Yaşamın yanımızdan akıp gitmesine seyirci kalıyoruz.”

Bu öyle bir evrensel analizdir ki: Onun ‘Yaşam Irmağı’ dediği şey benim yol arkadaşlarıma, öğrencilerime, gelin size bir şey göstereceğim diye coşkuyla anlattığım bir deneyime, bir farkındalığa dönüşür…

Usta olmak böyle bir şey olmalı.

Bizlerin farkındalık süreci de şöyle gelişti; önce daire kapısının önünde ayakkabılarını çıkartan hatta içeriye de almayan komşudan rahatsız olduk, yöneticiye şikayet ettik, olmadı apartmandan ya da yıllardır oturduğumuz mahallemizden taşındık.

Önce daha mutena semtlere. Sonrasında güvenli duvarlar ardında güvenlikli, nezih komşularla dolu olduğunu zannettiğimiz sitelere.

Hani köpeğimizi ezen, arabamızın sileceğini kıran, camından silah atılan…

Daha sonrasında bu şehri metropol hale getiren politikalar altında bizlerin oyları yokmuş gibi, bu dönüşüm esnasında bizler para kazanmamışız gibi, dünyanın sayılı metropollerinden biri haline gelen İstanbul büyük bir köye dönerken mesela, sadece seyrettik.

Kırmızı ışıkta geçeni, emniyet şeridinden gideni, gereksiz yere çakarlı lamba takıp öncelik peşinde koşanı, yere tüküreni, çöpünü boş arsaya dökeni, indirim günlerinde kalitesiz ya da eski fiyatının üzerine önce zamlı etiketi yapıştırıp sonrasında fiyatı  indirilmiş gibi gösteren etiketi yapıştıran esnafı, sırada beklerken önümüze geçen acilcileri, alışveriş merkezlerinde kraldan fazla kralcı olan güvenlik görevlilerini, metroda ya da toplu ulaşım araçlarında yayılarak oturanları, park yerinde biz beklerken aniden  direksiyonu önümüze kırıp  biz şaşkın şaşkın bakarken yerimize park edenleri,  parkta anahtarı ile arabamızı çizen sözde sosyetikleri, ev yada iş yerimize giren hırsızların bulunamayacağını boşuna uğraşmamamızı söyleyen yetkilileri, çöken yolları, sele kapılan arabaları, bozuk asfaltları, dolu afetinden ödenmeyen hasarlarımızı, git gide artan kokuşmuşluk içinde “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” nidalarını, dayısı ya da ayısı olanları şikayet bile etmeyi beceremeden  ötekileştirdik ve sadece yakındık.

Neden biliyor musunuz, çünkü biz de kim olduğumuzu bilmiyorduk. Hatta kim olduğumuzla, ötekileştirdiğimizin kim olduğu ile ilgilendiğimiz kadar bile ilgilenmiyorduk. Uyku tatlıydı, uyumak güzeldi.

Olası bir gelecek beklentisiyle; o geleceği oluştururken ki etkimizi, sorumluluğumuzu görmezden gelip, sadece havale ediyor, uyuyorduk…

Oysa Osho’nun dediği gibi cennet ve cehennem coğrafi bölgeler değil; senin dışında bir şeyler değil onlar, tamamen senin içine aitler. Eğer uyanıksan o zaman tamamen farklı bir evrendesin; senin uyanmanla adeta tüm varoluş uyanıyor. Yeni bir renge, tada, kokuya bürünüyor. Sen uyurken tüm varoluş seninle beraber uyuyor. Hepsi sana bağlı.

Konuşmasının devamında Krishnamurti şöyle der:

“Çevresine duvar örmemiş, kazandıklarıyla, biriktirdikleriyle, öğrendikleriyle, kendini yük altına sokmayan, zamanın dışında zamanın ötesinde güven aramadan güven peşinde koşmadan yaşayan bir zihin… İşte böyle bir zihin için yaşam olağanüstü güzel bir şeydir.

Böyle bir zihin başlı başına yaşam, yaşamın ta kendisidir.”

Çünkü bütün huzursuzluğun, bütün sıkıntının nedeni zihnin kendisidir.

Bu yüzden iki kişi bir araya geldiğinde korkularından, endişelerinden ölümden bahsediyorlar.

Hatta o kadar ileri gidiyorlar ki, hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, ya da inançları ne kadar sağlam olursa olsun, eğer feragat etmemişlerse, teslim olmamışlarsa inançları iman seviyesine erişmemişse, sıra “ölümden sonra hayat var mı?” sorusuna geldiğinde bütün sohbet duraklıyor.

Ölümün kendisi değil, korkusu bile yetiyor ve herkes bir anda buz kesiliyor.

Burada Osho Ustam’ın; “Gerçek soru ölümden sonra yaşamın var olup olmadığı değil; ölümden önce senin hayatta olup olmadığındır.” tespitini düşünmeden edemiyorum.

Eğer sohbete ben de dahilsem kesenlikle diğer konuşmacılara, dostlara, izdeşçilerime hatırlatıp soruyorum:

“Şimdi hayatta mısın?”

Eğer yaşadıklarına dair bir emare görürsem;

Osho’dan alıntı yapmaya devam ediyorum:

“Sen ölümü yaşamaya hazırsan, ölüm bütün gücünü kaybeder; sen korktuğun sürece güçlüdür. Yaşanmamış bir yaşam ölüme güç verir. Ve doyasıya yaşanmış bir yaşam, ölümün tüm gücünü alır. Ölüm artık yoktur.

“Tüm yaşamımız ertelemelerden ibaret, bu yüzden ölüm korkusuyla yaşıyoruz. Yaşamın ne olduğunu bilen biri, ölümden asla korkmaz; ona kucak açar.”

İnsanlar korkuyorlar.

Kendileri için, sevdikleri için.

Ve tabii zihinlerinde sıraladıkları ve henüz sırası gelmediği için yaşayamadıkları şeyleri yaşayamamaktan korkuyorlar.

Bir süredir ailemizle, ailemizdeki bireylerimizle daha iç içe bir yaşamımız var. Belki de uzun süredir alışmadığımızdan daha fazla bir arada ve burun buruna yaşıyoruz. Bunun ilgiyi, dostluğu pekiştirebilecek pek çok iyi yanı olduğu gibi yabancılaşmamızı da artırabilir.

Buddha “Aile, zihinlerin bir araya geldiği bir yerdir. Eğer zihinler birbirlerini severlerse ev bir çiçek bahçesi kadar güzel olur. Ama zihinler birbirleriyle uyum içinde olmazlarsa, bahçeyi darmadağın edecek bir fırtına oluşur.’’ der.

Farkında mısınız?

Okumaya başladıktan sonra bile ne kadar zaman geçti. Biz durup okumaya ara vermiş olsak da, o bir kere bile durmaksızın hızlıca akıp geçiyor.

O zaman bu ne demek oluyor? Hayatımızın hiçbir negatif yapılanma ve hiçbir zorluğa kurban olması gibi bir şansımızın olmadığını gösteriyor. Çünkü gerçekten yeterli bir zamanımız yok.

“Bulunduğun yer seni memnun etmiyorsa, yerini değiştir. Ağaç değilsin!” diyor ya popüler kültür.

İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi, kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde, artık çok geçtir. İnsanların “tecrübe” dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana tecrübeli denir. OSHO

Zamanın iyi kullanılması ve bunun için artık harekete geçilmesi gerektiğini görün.

Kendini bilmek, tanımak bir süreç işi, hemen şıpınişi olmaz ki? Dediğinizi duyuyorum… Evet doğru sabır gerek, emek gerek, aynı yürümeyi öğrendiğimiz gibi çocuk adımları ile…

Yürümeyi öğrenmeden, koşmaya başlayamazsın ya aynen öyle.

Buddha 2 nedenle olmaz diyordu.

“Hiç başlamadığında ya da yarım bıraktığında.”

“Tüm yaşamımız ertelemelerden ibaret, bu yüzden ölüm korkusuyla yaşıyoruz. Yaşamın ne olduğunu bilen biri, ölümden asla korkmaz; ona kucak açar” der Osho…

O yüzden erteleme, üşenme, vazgeçme.

Her şeyin zamanı yaşadığınız o andır. Mutlu olmayı ertelemeyin. Çünkü canınızın istediği zaman ölmeyeceksiniz.

“Eğer birlikte yürüyecek iyi bir yoldaş bulamıyorsan, ormanda gezinen bir fil misali yalnız yürü. İlerlemene engel olacak biriyle olmaktansa, yalnız olmak yeğdir.” Buddha

Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir, ama öğrenmenin esası değişmez.

“Korku tamamen önlenemez, korku eğitilemez, korku sadece anlaşılır. Ve sadece anlayış, değişimi gerektirir.”

Çin’de ve Hint diyarlarında yüzyıllardır anlatılan bir hikayede konu, öğrenmenin değişmeyen esasıdır…

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. “Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım.” diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş; yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. “Anlat, dinliyorum.” demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış, taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, “Bu bir yeşim taşıdır” dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.

“Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi, şimdi güle güle.” demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor, ama avucunu hiç açmıyormuş. “Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister? Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım? Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı.”

Devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor, ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlanmış. Ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. “İşte taşın.” demiş. “Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?” Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: “Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın.” Bu söz üzerine genç adam bütün sükûnetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş.

Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden bir taşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:

“Bu taş, yeşim taşı değil usta!”

Zen, şöyle der: “Hayatın içinde ol, hayatta yanlış bir şey yoktur. Eğer bir şey yanlışsa, o sizin bakış açınızdan dolayıdır. Gözleriniz bulutlu, bilincinizin aynası tozlu. Onu temizleyin, daha fazla berraklık yaratın.”

Ve şimdi her şeye yeniden başlayabiliriz.

Değişmelisin, ben söylediğim için değil, Osho “Unutma ki eşyanın tabiatı gereği, eğer dünyayı değiştirmek istersen önce kendini değiştirmek zorundasın. Devrim ilk önce sana gelmelidir.” dediği için değil, sen öyle seçtiğin için…

“Değiştiğini görmelisin, ben söylediğim için değil.”

Buddha ‘‘Nasıl gördüğünü değiştir, nasıl değiştiğini gör.’’ dediği için değil. Bu senin deneyimin olduğu için.

 Herkesin her konuda fikri vardır. Ama sadece deneyimleyenlerin bilgisi olur.

E o zaman hatırla, ne diyordu  Hz. Mevlâna:

 “Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker.”

Osho bir yerde “Cesaret hiç korkmamak demek değildir, korkuya rağmen devam etmektir” demişti.

Sende biliyorsun, herkes bir gün  bir yerlerde  ölecek. Bundan korkmak yerine yaşamayı dene ve şimdi tekrardan sor kendine;

Burası değilse neresi, şimdi değilse ne zaman?

Araç çubuğuna atla